Top-ads

Blogger tarafından desteklenmektedir.

Tehlikenin Farkında(mı)yız - İbrahim Türkeş

By | 11:49 Leave a Comment
Demokrasilerde siyasal eğilimlerin bir yükseliş, bir de alçalış ritmi vardır. Bir siyasal eğilimin en üst noktaya vardıktan sonra şiddet ve hızından kaybederek alçalmaya başlaması, demokrasinin doğası gereğidir. Her siyasal eğilim, demokratik siyasal yaşamın doğal mecrasında bu inişli ve çıkışlı çan eğrisini çizecek, demokrasi, bu ritimde oluşan bir süreç olarak devam edecektir. Ancak demokrasilerde bu ritmi zorlayan, hatta bu ritmi imkânsız kılan liderler de çıkmıştır. İşte “seçilmiş diktatör” denilen onlardır. Hitler, Başbakan Brüsning’e “demokrasinin temel ilkesi bütün gücün halktan kaynaklandığıdır” diyordu (Onur Öymen, Demokrasiden Diktatörlüğe, s. 148). Oysa aynı Hitler, “milli irade”den bir “diktatör” yaratılabileceğinin siyaset tarihindeki başat örneğidir. Siyasetçi (lider), temsil ettiği ve en üst düzeye ulaştırdığı siyasal eğilimin o derecesi ile yetinmeyip ondan onun “optimum”unu yaratma (sınırlarını zorlama) hırsına kapılmışsa, demokrasideki ritim, yerini artık bir “demokrasi krizi”ne bırakmış demektir. Türk siyasal tarihi bunun örnekleri ile doludur. “Milli irade benim” diyen Demokrat Parti, bununla yetinmemiş, seçimle gelip bir daha gitmemek üzere yargıyla, basınla, hatta “Ben yedek subaylarla da idare ederim” diyerek orduyla oynayarak milli iradeyi “Siz isterseniz hilafeti bile geri getirebilirsiniz” gibi “maksimal” bir gerilim noktasına taşıyıp demokrasi krizi yaratmıştır.

Bugün olan
Bugün de bir “milli irade” fetişizmi içinde Türk demokrasisi, maksimal bir gerilim noktasına taşınmış görünmektedir. Nedeni, “İki kişiden biri bize oy veriyor” deyip demokrasiyi, kafalarında önceden var olan “dinsel dünya görüşü”nün kavram çerçevesine sıkıştırmak istemeleridir. Üstelik “kindar” bir dindarlık adına yaşam tarzlarına doğrudan yapılan bu müdahale, eğitimden tutunuz da yönetime, siyasete, hukuka, ahlaka, bilim ve sanata kadar her alanda, hep kendi kopyalarını üretmek isteyen bir buyurganlığa, bir tahakküme dönüşmüştür. İktidar, dinin demokrasilerdeki “inanç ve ibadet özgürlüğü”nün sınırları içinde yaşanması ile yetinmeyip, dinden dinin optimumunu yaratma çabası içine girmekle gerilimi artırmıştır. Bir “huzur” (genişleme) ritmi olarak yaşanan dinle yetinmeyip bir “üstyapı” kurumu olan dini, demokrasinin üzerinde şekilleneceği temel “altyapı” kurumuna dönüştürmek, demokrasiyi dine koşmak (çektirmek), iki kişiden oy veren biri olan “yetmez ama evetçiler”i, Atatürk’e, Cumhuriyete, askere sövmeyi “demokratlık” sayan liboşları bile rahatsız etmiştir. Esasen, “yeniden inşa” dönemine geçildiğinde, bugün kendilerine destek olan liberallerle yollarının ayrılacağı, çok önceden ilan edilmiştir.

Dil yaramız
“Milli irade” deyip milletin yarı iradesini “kizbi” (sakat, yanlış) iradeden sayan, “İki kişiden biri bize oy veriyor” deyip yurttaşların yarısını bir başka yarısı lehine feda eden bu milli irade softalığı, Şeyhülislam Yahya Efendi’nin dizeleri ile yalnızca “dil (gönül) hanelerimizi yıkıp taş üstüne taş komamak”la kalmamakta, Cumhuriyeti de “kiriş”lerinden ayırmaktadır. Nasıl mı?İşte “hafız” geleneğine bağlı dörtlü eğitim, zühdi zihniyete dayalı bilim, Kâbe’de, hacda resetlenmiş (sıfırlanmış) beyin, içine tükürülesi sanat ve resim, şalşepik türbana dolanmış giyim derken şimdi de psişizmlerinin görünmeyen derinliklerinde yumulmuş uyurken, birden bire doğuveren “haremselamlık” öğretim! Bir adım sonrası herhalde bir sınıfta beyaz Amerikan bezinden yapılmış “paravan” arkasında ders veren kallavi sarıklı erkek öğretmenle, sadece burnu ve gözleri açıkta kalan çarşafa bürünmüş kadın öğretmenlerdir. Olmaz demeyin, Isparta’da bir okul müdürü, ilk adımı atmıştır; zira adım adım gelmişlerdir. 5 yıl önce yalanlanan, hatta “birileri çıkıp yeni sorun alanları icat ediyor” diye grupta azarlanan “kamuda türban” çıkışı, 5 yıl sonra bir akşam vakti, demokratikleşme (aslında dinselleşme) paketinden çıkıvermiştir. Hey gidi İran, mollalar diyarı hey!

Ancak
Kirişlerinden ayrılmış bir Cumhuriyetle vermek istedikleri tek bir mesaj vardı: Atatürk’le buraya kadar! Fakat olmadı. Evdeki hesap çarşıya uymadı. Demokrasiyi, “dini hayat bütünlüğünde”, dini kavrayış ve davranış ölçüsü ile toplumu terbiye etmeye indirgeyen bir milli irade dayatması karşısında “yüreğine, sinirine dayan diyecek direncinden başka bir şeyi kalmayan (Rudyard Kipling; Adam Olmak şiirinden)” Türk insanı yalnız yönetime, eğitime, siyasete değil, “iki kişiden biri bize oy veriyor” deyip ormanlara, meydanlara, parklara, şimdi de özel yaşamlara musallat olan bir zihniyete karşı “döküp ortaya varını yoğunu”, destansa işte budur deyip feriştahını yazmıştır. Devlet nişanlarından silseler de devletin “alnı”ndan onu silmenin imkânsız olduğunu “yok böyle sevgi” dedirten sel olup kanıtlamıştır. Şimdi onun doğduğu evi, okuduğu okulları biz restore ettik deyip resimleri ellerde gösteriliyor, dolaştırılıyorsa, nedeni, “onsuz da olurduk” densizliğinin, naralarının ulusun “şükran dolu” sinesinde yankı bulmamasından, un ufak olmasındandır.

İbrahim Türkeş Hukukçu, Felsefeci/Cumhuriyet
Sonraki Kayıt Önceki Kayıt Ana Sayfa

0 yorum: